GÜNDEM Haber Girişi : 17 Eylül 2019 15:05

Neyi nereden alıp nasıl yorumlayacaksın?

 Neyi nereden alıp nasıl yorumlayacaksın?

Cevap Bekleyen sorular

Gazeteci Tarihçi Hasan Tahsin Kocabaş Geçtiğimiz gün https://hasantahsink.blogspot.com ‘da Eylül'de İzmir’de “İzmirli” Olmak yazısında önce yaşanan ve bugün bile sorgulanması gereken gelişmeleri kaleme almış uzun ama sıkmadan okunan yazısında bazı sorular soruyor ve dikkat çekiyor Kocabaş’ın yazısında dikkat çeken ve sorduğu sorular bugün için bile yanıtlanmasını bekliyor. Kocabaş ne soruyor: “Kurtulus ve Kuruluş’un kenti İzmir’de” neden bir “Milli Mücadele ve Cumhuriyet Müzemiz” düşünülmemiş? Neden o kahraman müftü Rahmetullah Efendi’nin adını taşıyan bir yer yok? Evi adeta metruk olmuş? Sarı Kışla’yı “yıkanların” asıl niyetleri neydi? Acaba gizli efendilerinden “geride bir şey kalmasın” emri mi almışlardı? Rüzgarın dönüşü olmayaydı, 1922 yangını daha nereleri yakacaktı?  

İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgal edildiği gün. Sadece o gün hunharca katledilen tüm Türk Müslümanları biliyor muyuz? Yoksa sadece “bize öğretildiği kadarını mı” biliyoruz? O gün “ilk kurşun” diye tarihe geçirdiğimiz Hasan Tahsin’in heykelini 1970’lere kadar neden dikmedik? Miralay Süleyman Fethibey’in cenazesi bugün nerede? Kanlı üniformasını, dişlerini neden çocuklarımıza gösteremiyoruz? O güzelim lahti, mezar taşı neden yıllarca Agora’da mahzun ve terkedilmiş bırakıldı? Şehadete erdiği ev bugün ne hallerde?

Kapılar’da şehitliği olan polisler? Neden onları da “terk ettik”? Peki Damlacık, Tilkilik, Kemeraltı, Anafartalar, Hatuniye, Konak, Kordon, Mezarlıkbaşı’nda zevk için katledilenler?sorusu cevap bekliyor. 

Hasan Tahsin Kocabaş’ın da Eylül'de İzmir’de “İzmirli” Olmak yazısı

Günlerdir hazırlanıyorum, yazıyorum siliyorum, tekrar yazıyorum tekrar siliyorum. Çünkü öyle akıl tutulmaları öyle boş milliyetçi tavırlar, öylesine bilim dışı, metot dışı satırlar ve konuşmalar var ki... Neyi nereden alıp nasıl yorumlayacaksın? Her karşı çıkana cevap vermeli misin? Tarih nedir? Tarihsel olaylar nasıl yazılmalıdır? Kısır siyasi veya koyu ırkçılık kokan, menfaate biat eden cahil tiplerle nasıl uğraşacaksın?  

Biraz da imdadına Teodora Hacudi arkadaşımın facebook paylaşımı yetişti. Ne diyordu Teodora? “Eylül'de İzmir’de Rum Olmak” Çok iddialı ve anlayanlar için yürek burkan kelimeler bunlar. Eğer o, İzmir’in yerli yurttaşı böylesine bir dikkat çekiyorsa, ben de çekmeliyim, işte çıkış noktam dedim kendi kendime.  Ama “İzmirli” olmayı öncesine koydum. Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Musevi, İngiliz, İtalyan vurguları, resmin tamamını görebiliyorsanız “fazla” geliyor. Saçma sapan “sen daha çok ben daha çok” tartışmaları başlatıyor.  

Evet iddia ediyorum.  

“İzmirli” olmak çok ama çok başka bir duygudur. İzmirli olmak, dünyaya öğretecek kadar hoşgörülü, kafa tutacak kadar özgür, ölümü göze alacak kadar da sadakattir çünkü.  

Çünkü İzmir, binlerce yıldır batıdan esen rüzgarla, doğudan gelen göçleri İzmirli yapmış.  

Ve 1922’den beri her Eylül’de İzmir’de “özgürlüğe” vurgu yapılır da ödenen bedeller konuşulmaz.  

Konuşulmaz çünkü, emperyalist işbirlikçiler izin vermez. O kadar çok bel altı tehdit yaşadım ki, o kadar çok içinde tebessüm olan ve terbiye maksatlı terbiyesizlik gördüm ki yaza yaza anlatamam.  

Bana diyorlar ki “açık açık yazsana”...  

Tabii ki yazarım, hatta size iki yüz yıllık “loca” hikayelerini, bu hikayelerdeki enteresan dönekleri, 15 Mayıs'ta “Yunancı” 9 Eylül’de “Kemalci” olanları, Kramer Palas yemeklerini, Sporting Club buluşmalarını, baharda Bornova köşklerinin bahçelerinde yapılan “ne olacak bu Osmanlının hali” muhabbetlerini, bu muhabbetlerde “mirim, sultanımız iyi ama İzmir’e Kraliçe hazretlerinin dikkatini daha çok çekmeliyiz” söylemlerini, yangına rağmen yenilenen İzmir’de, nasıl olur da “guraba-i mahallatın” 200 yıldır aynı sokaklara mahkum olduğunu da anlatırım. Size yıllar, kişiler üzerinden öyküler, olup olmadığı meçhul kahramanlıklar ve ihanetler de anlatırım. İzmir sermayesinin nasıl oluştuğunu, kimlerin Nureddin Paşa’yla “şak” diye sıkı fıkı olduğunu, katırlara sürüklenen para kasalarının nerede ve kimlerin kontrolünde açıldığını da anlatırım. Tekrar ediyorum tek tek isimler de veririm... Ben İZMİRLİYİM çünkü! 

Ama vermeyeceğim...  

  Her yıl tartışıyoruz İzmir Yangınını... Oktay Gökdemir Hoca, çok güzel bir belgesel hazırladı. İsteyen onu izler ve öğrenir. Çünkü İzmir yangınına öyle bir takıldık ki, kim yaktı falan diye, o yangından sonra olan biteni, sanıyoruz ki “kahramanlık destanı”. Haydi oradan yahu... O yangından sonra tarihin bile utandığı bir yağma ve talan yaşandı İzmir’de...  

İşte derdim bu benim... 

Çünkü ben 1922’de İzmirli olmadım... 

Sağdan soldan da gelmedim 1922’de... 

Bir yerlerde “İzmir’de yağma var hücuuum” diye bağıran kansızların çağrısıyla da gelmedi benim dedelerim İzmir’e. 

Şimdi dikkat edin okuyacaklarınıza. Sizi önce biraz geriye, 1857’ye götüreceğim.  

22 Eylül 1857’de İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford İzmir-Aydın Demiryolu’nun başlangıcını oluşturacak Punta (Alsancak) Garı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada şöyle diyordu:  

“Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağı kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın yeniden canlandırılmasında, Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi, dayandı. Şimdiye dek geçmeyi başaramadığımız bu kapılar, artık ardına dek açılacaktır. Açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim. Anadolu’nun damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, İngiltere Hükümeti’nin başta gelen görevidir.” 

Bence bir kez daha okuyunuz bu "ekselanslarının" konuşmasını. Bu kadar açıkça niyetlerini ilan etme cesaretini nereden alıyor olabilir Bay Büyükelçi? Bu konuşmada derin bir küstahlık hissetmediniz mi? Tarih 1857, yer İzmir! Bu ilk "trencilik" deneyimi İngilizlere verilmiş. Kim bilir ne imtiyazlar kaptılar ki, Osmanlı toprağında Osmanlı'ya ve dünyaya hitaben bu küstahça konuşmayı yapmış Büyükelçi. Tahtta Abdülmecit vardır 1856'da. Tanzimat ve Islahat Fermanları da Abdülmecit'in iktidarında çıkmıştır. Sözün açıkçası aslında emperyalizmin Osmanlı'ya çöküşüdür bu yıllar. 

Dikkat edin lütfen. İzmir’in işgali bu tarihten 62, kurtuluşu ise 65 yıl sonradır.  

İngiliz sefirinin nasıl emperyalist İngiliz çıkarına vurgu yaptığını, vurgusuna tehdit de eklediğini unutmayın. Tamamen emperyalist bir yüzsüzlükle ne diyor Sefir? “Osmanlı’yı canlandırmak” diyor. Haydi inanın buna şimdi. Acaba bu sefir Punta’da bu sözleri söylerken, dinleyenler arasında Osmanlı’nın valisi, paşası, hocası falan var mıydı? Yorum yapmayacağım. Çünkü imtiyazlarla birlikte rüşvet çarkı öyle bir dönmeye başlamış ki, devletleri batarken, halkları perişan olurken “birileri” abat olmayı başarmış inanın. Ve bu “başarılar” ne yazık ki Anadolu’da hiç eksik olmamış. Savaş zenginleri, deprem zenginleri, imtiyaz zenginleri derken Türkiye 65 yıl sonra “zafer zenginlerini de” görmüş.  

Bize dayatılan hep “Yunan”, Yunanlara dayatılan da hep “Türk”...  

Dayatanlar kim?  

Hep aynı adresler. Bugün de inanın böyle. Al ABD’yi vur İngiltere’ye...  

Dikkatimi çekense bizim Kurtuluş Mücadelesi ve zafer noktalarında şu İngilizlerin “antin kuntin” çalışmaları neden yeterince incelenmemiş? İşgali sağlayan İngiltere, destekleyen İngiltere, savunan İngiltere ama tek düşman Yunanistan! Hatta daha da ileri giderek yerli halkları da “düşman” belledik yıllarca. Ne anılara indik ne anıları dinledik. Hep söylüyorum iddia ediyorum, duyduklarımızla okuduklarımız örtüşmüyor. Ne 1919 ne 1922 “apaydınlık” değil. Aydınlık olmasını da ciddi ciddi engelleyenler var. Hem içeride hem de çokça dışarıda. 

İzmir’in işgali öncesi toplumsal havalar hiç dikkat çekmedi. Hani sanırsın ki pat diye 1919 gelmiş, aylardan da Mayıs olmuş. Yunan Başbakanı Venizelos uzosunu içerken emir vermiş “haydı vre gideli Zimirni’yi işgal edelim”! Ciddi söylüyorum sanki böyle olmuş. Ne Balkan savaşları ne Almanların tezgahında per perişan olduğumuz 1. Dünya savaşı ne Balkanlar’dan göçler ne Selanik meselesi hiç olmamış gibi.  

Yunan geldi... Sonra Kemal’in askerleri geldi, Yüzbaşı Şerafettin Hükûmet Konağı’na bayrak astı, sonra yangın çıktı, sonra söndü, sonra fuar yaptık, enkazı kaldırırken ölen atları da heykelleştirdik!  

Eeee? Başka?  

Bir grup çıkmış “Türkler İzmir’i yaktı, Ermenileri Rumları katletti” der... 

Diğer grup “Hayır İzmir’i Ermeniler Rumlar yaktı, kimseyi de katletmedi” der... 

Ve bu neredeyse 100 yıldır devam eder. İnanın bana “birilerinin torunları da” bulundukları “teraslarda” viskilerini yudumlarken tebessüm eder. Benim fakirlerim de hala Kadifekale’den Basmahane’ye 200 yıldır ellenmeyen sokaklardan iner, düne kadar da çöplerini eşekler taşır!  

Ne muhteşem anlatımlar yahu!  

Hani İngilizler efendiler?  

Ama başa dönelim şimdi.  

Tarih 15 Mayıs 1919.  

İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgal edildiği gün. Sadece o gün hunharca katledilen tüm Türk Müslümanları biliyor muyuz? Yoksa sadece “bize öğretildiği kadarını mı” biliyoruz? O gün “ilk kurşun” diye tarihe geçirdiğimiz Hasan Tahsin’in heykelini 1970’lere kadar neden dikmedik? Miralay Süleyman Fethibey’in cenazesi bugün nerede? Kanlı üniformasını, dişlerini neden çocuklarımıza gösteremiyoruz? O güzelim lahti, mezar taşı neden yıllarca Agora’da mahzun ve terkedilmiş bırakıldı? Şehadete erdiği ev bugün ne hallerde? İyi ki Katip Çelebi Üniversitesi düşündü de, yıllar sonra kemikleri olmasa da lahti yerine kavuştu. Burada lahti onaran Akın Ersoy’a da teşekkür etmemiz lazım. Ya Kapılar’da şehtliği olan polisler? Neden onları da “terk ettik”? Peki Damlacık, Tilkilik, Kemeraltı, Anafartalar, Hatuniye, Konak, Kordon, Mezarlıkbaşı’nda zevk için katledilenler? Ne zaman andık onları? O hayvan gibi sürüklenen, hayvan ambarlarına tıkılan liseli çocuklarımız? Sarı Kışla’dan silahsız çıkan ve katledilen subaylarımızın kaçının adını biliyoruz? 

Yahu bırakın bırakın da tansiyonum çıkmasın. “Kurtulus ve Kuruluş’un kenti İzmir’de” neden bir “Milli Mücadele ve Cumhuriyet Müzemiz” düşünülmemiş? Neden o kahraman müftü Rahmetullah Efendi’nin adını taşıyan bir yer yok? Evi adeta metruk olmuş? Sarı Kışla’yı “yıkanların” asıl niyetleri neydi? Acaba gizli efendilerinden “geride bir şey kalmasın” emri mi almışlardı? Rüzgarın dönüşü olmayaydı, 1922 yangını daha nereleri yakacaktı?  

1919 İşgalinin özellikle ilk 40 gününde katledilenlerin gerçek sayılarını bile bilmiyoruz da, sağda sola mezarlarını bulunca “ah vah” ediyoruz.  

 Ne yazık ki savaşların hukuku yok. 1919 Mayıs’ında çok acılar çekti İzmirli Türkler. Ama İzmirli Türkler hep acılar çekti. Su “aşağı mahalledeydi”, elektrik “aşağı mahalledeydi”, okul, hastane, pastane hep “aşağı mahalledeydi”... Belediye reisleri, valiler Türktü ama ilgileri daha çok “aşağıyaydı”.. Merhamet ve vicdan sahipleri bir şeyler yapmak istedi ama yetmedi. Çünkü Osmanlının savaşlarında hep Türkler ölüyordu, savaş olmadığı zamanlarda da Levantenlerin imtiyazlı işletmelerinde “ucuz işçi” oluyordu.  

Tabii burada iş “fakirliğe” gelince İzmir’in fakirleri ayrımsız hep bir aradaydı. Fakir Rumlar, fakir Ermeniler, fakir Museviler, fakir Müslümanlar hep bir aradaydı. Levantenlerin kurduğu Düyun-u Umumiye Reji Kolcu gruplarının öldürdükleri de hep Türkler ve Rumlardı. İmtiyaz İngilizlere verilmişti bir kere... İngilizler de imtiyazı Levant’a dağıtmıştı. Zira “kadim emir” böyleydi. İzmir'in fakirleri ya işte ya savaşta ölecek, zenginleri de Sporting Clup terasında beş çayı içecekti. İçti de... Hala da içiyorlar inanın! 

 Yani sözün özü mesele “katliamsa” bu katliamın kurbanları hem Türkler hem Rumlar hem Ermenilerdir. Almanlar Türkleri Rumlara, İngilizlerse Rum ve Ermenileri Türklere düşman etti. Bu kadar açıktır bu.  

İşgal sırasında da Kurtuluş sırasında da o kadar çok insani olay yaşandı ki İzmir’de. Belki size bir gün onları da yazarım. Ama şunu bilin ki, İzmir’in temel halkları birbirlerine düşman olmamak için çok çaba gösterdi. Ancak çimenlerin, fillerin tepişmelerini önlediği nerede görülmüş? Olmadı olamadı... 

Yangın şurada çıktı, rüzgâr şöyle esti, önlemler yetersiz kaldı.... 

Çok söz söylenebilir.  

Ama benim kurgum şudur: 

Türk ordusu İzmir’e girdiğinde, İzmir’de yeterince Yunan askeri yoktu. Türkler İzmir’e girmeden birkaç gün önce Metropolit dışındaki tüm yönetim ve hatta Osmanlı vali ve belediye reisi de kaçmıştı. İzmir’e gelebilen Yunan askerleri de adeta ölü gibiydi. İzmir’de sadece yoğun olarak yerel halklar vardı yani. Ancak Yunanların gidişi ile Türklerin gelişi arasında sıfıra düşen asayiş, Nurettin Paşa’nın da gelişiyle başka bir hal aldı. Dikkat edin, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Nureddin Paşa’dan pek hoş bahsettiğini söyleyemeyiz. Nurettin Paşa’nın, İzmir’deki Amerikan ve İngiliz diplomatları ile, gemilerdeki yabancı subaylarla neler görüştüğünü araştırmak lazım. Siyasi yönü tartışılmaz olan ve Helen rüyasına yürekten bağlı Hrisostomos’un, İngiliz korumasındayken, korunmasından vazgeçilip Nurettin Paşa'ya teslim edilmesinin “sebeb-i hikmeti” hala meçhul.  

Tahminim, Hrisostomos bir yıl bulup Mustafa Kemal’le görüşebilseydi, galiba bundan en çok İngilizler rahatsız olacaktı. Bu arada esir edilen Yunan Başkomutanı Trikupis’e kahve ikram eden Mustafa Kemal’in, Hrisostomos’la görüşmek istemediği iddiası bana zorlama bir “resmi tarih” dayatması gibi geliyor. Kaldı ki Nurettin Paşa ile Hrisostomos arasındaki “anlaşmazlığın” işgalle alakası da yoktur. Karşılıklı nefret yıllar öncesine dayanır.  

İşgal sonrası hapishanenin açılması, belli noktalara yönlendirilmesi, hafiften yağma ve öldürmelerin başlaması, çocukluğumda duyduğum ama hakkında hiç bulguya ulaşamadığım “Kör Pehlivan Çetesi’nin” atlı, silahlı, başı bozuk adamlarla özellikle Rum ve Ermeni mahallelerindeki eylemleri de araştırılmazsa yakın zamanda başımıza iş açacak gibi.  

Burada hemen vurgulamam gerekiyor.  

Yunan’ların gidişi, Türk ordusunun gelişi ve yangına kadar olan sürede İzmir’de düzenli askeri birlikler var. En çoğu da İngilizler. İngilizlerin ajan takımları da işgal öncesinden itibaren İzmir’i mesken tutmuşlardı. Çok iyi Türkçe konuşur, Rum ve Ermenilerle araları çok iyi, Levanten iş adamlarının çalışanları gibi de görünürlerdi. Cevabını bulamadığım soru şu. Bu İngilizler İzmir’de neden “iyiye” katkı “kötüye” engel olmadılar? Türk ordusunun İzmir’de asayişi sağlaması birkaç gün sürmüştü. Zaten ardından da yangın çıkmıştı. Acaba bu arada İngilizleri ciddi panikletecek bir şeyler mi yaşandı? Yangın 9 Eylül’den 4 gün sonra başlıyor. Üstelik yangının başlama alanı, Nurettin Paşa'nın makamına da çok yakın. Mustafa Kemal ve komuta erkanı da İzmir’de. Asayiş güvenliği hala yok desem, Mustafa Kemal nasıl gelmiş? Ki kurtuluştan bir gün sonra geliyor.  

Yangın inanılmaz başlıyor, genişliyor. Peki ilk başlangıçta yangının genişleyebileceği düşünülüp, yangın alanlarındaki insanların nakliyesi akıllara geliyor mu? Sanmıyorum. Yangın kontrol altına alındıktan sonra ise o “korkunç yağma” başlıyor. Bu yağma günlerini hiç duymak istemedik. Kendi şehitlerimize sahip çıkmadığımız gibi, yanlışları da hep halının altına attık. Attık ama bunun nedeni bence çok açıktı. Çünkü İzmir yangını ve sonrası aslında ciddi gündem olmuştu TBMM’de. (O günlerin oturumlarına TBMM web sayfasından siz de ulaşabilirsiniz.) 29 Kasım 1922 tarihli gizli celsede Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey “20 bin ev yandı... Gayr-i Müslimlere ait olan mal ve eşyadan pek azı kalmıştır... Zarar en az hesapla 300 milyon altından fazladır” demiş. Yine Mardin Mebusu İbrahim Bey söylentilere dikkat çekerek: “İşitiyoruz ki, İzmir'in yağmasına birçok subay, komutan iştirak etmiştir. Bu vaki midir? Sonra Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa bütün nakit parayı ve eşyayı almış, birçoklarını dağıtmıştır. Bu doğru mudur? O paralar ne miktardadır?” Karahisar Mebusu Mehmet Şükrü ise Sakallı Nureddin Paşaʼnın kasaları bomba ile açtırdığını, el koyduğu paraların ne kadar olduğunun bilinmediğini söylüyordu.  

İşin ilginç ve acı tarafı İzmir yangını çabuk öğrenilmiş ve neredeyse Türkiye’nin her yerinden İzmir’e akınlar olmuştu. Emval-i Metruke’nin tasfiyesine yol açmıştı yangın açıkçası. Bu olaya benzer bir hadise de siyasi iktidar tarafından ve yine içinde İngiliz parmağı da bulunarak 6-7 Eylül 1955’de İstanbul ama illa ki İzmir’de yaşanacak ve tarihin cilvesine bakın ki olay yerlerinden biri de 1922 yangının başladığı ve daha sonra İzmir Fuarı olacak yerdi.  

Biz yıllardır sadece “yangını kim çıkardıya” kafa yorduk. Aslında bunu bize dayattılar. Dayatanlar hala uğraşıyorlar aslında. 2020’nin, Sevr’in yüzüncü yılı olduğunu hatırlatırım size. Dört kuşak öncesinin işlediği suçlar elbette bugün hiçbirimizi bağlamaz. Ama yalan üzerine kurulan ve ırkçılık kokan anlatımlar, yeni kuşaklara düşmanlı tohumları atar. İzmir’de bugünkü fuarın bulunduğu yer 100 yıl önce farklı bir kültürün yaşam alanıydı. İzmir tarihsel hoşgörüsünü de bun farklılıklarından alıyordu. Belki eşitsizlikler, adaletsizlikler vardı ama, kaybeden hep yerel halk kazanansa imtiyazları sömürü aracı olarak kullanan denizaşırı halkların temsilcileri oldu. Sömürü isteği hala devam ediyor, halklar birbirlerine hala düşürülmeye çalışılıyor. Ne yazık ki derinliği olmayan sığ ve cahil merkezler, edindikleri kazançlarla düşmanlığı körüklüyor.  

Ben 52 yaşında artık gazetecilik yapmayan bir gazeteciyim. Tarih metodolojisine sahibim. 1974’de ilkokula başladım ve “yavrukurt” oldum. Her 9 Eylül’de biz bir ün tekrar Yunanlar gelirse, onları nasıl öldüreceğimizi” düşünüyorduk. Ama biliyor musunuz ben Miralay Fethibey’i ancak ortaokula “Şehit Fethibey Ortaokulu’na gittiğimde öğrendim. İnanın artık Yunanistan’da da yaşıtlarımın aynı cenderelerden geçtiğini biliyorum. Yunanca bilmesem de tercüman aracılığıyla çok tartıştım. Kim kimi daha çok kesti inanın önemli değil. Ne onlar tüm kayıplarının farkında ne de biz. Ve bu güzel şehrin, emperyalist kurbanı olduğunu hala kavrayamadık. Oysa bunları birlikte çıkarabiliriz ortaya. Kimsenin milliyetine, dinine küfretmeden, sadece “insanlık” adına yürüyebiliriz. Biz maşaların eylemleriyle çok uğraştık. Oysa o maşaları tutan emperyal elleri tutup kırabilirdik. Ve tarihimizde bize öğretilen bazı “kahraman ve iyi” insanların, aslında sıradan “hırsız”, adı bile geçmeyen ve sadece bir TV dizisi ile öğrendiğimiz “Gavur Mümin” gibi gerçek kahramanların da, özgürlüğümüzü borçlu olduğumuz insanlar olduğunu anlayabilirdik.  

Size fuar enkaz alanının temizlenmesi sırasında gizlenen bazı gerçekleri de yazmak isterdim. Ama belgeler eksik. Bunlar benim düşüncelerim. Katılan katılır katılmayan katılmaz.  

Ben artık duyduğuma inanmıyor, gördüğüme aldanmıyorum. Aynada gördüğüm yüzle aram iyiyse ben de iyiyim.  

Emperyalistlerin çıkarları uğruna kurban olan masum Türkleri, Rumları, Ermenileri saygıyla anıyorum. Keşke savaş olmasaydı... Keşke kimse kimseyi kandırmasaydı... 

Keşke İzmir yine “çok sesliliğin, çok renkliliğin” merkezi olsa.  

Umutsuz muyum? Hayır!  

Çünkü ben “davetle” İzmirli değilim... 

Ben İzmirliyim... 

İzmirli olduğum için de her Eylül İzmir’de yüreğim acıyor...