16 Nisan referandumu Avrupa'da yaşayan Türkler arasında da ana gündem konularından biri. Avrupa Sosyal Demokrat Hareketi Başkanı Cezmi Doğaner'in arşivinde yer alan bu yazı Türkiye'nin referandum tarihi açısından ayrı bir önem taşıyor
Avrupa Türkiye Sosyal Demokrat Hareketi Hollanda,Almanya,İsviçre,Norveç, İsveç, Fransa Grup Başkanı Cezmi Doğaner 16 Nisan referandumu öncesi arşivinde yer alan bir yazıyı yeniden gündeme taşıdı. Ünlü şair ve romancılardan Demir Özlü'nün 12 Eylül sonrası kaleme aldığı değerlendirmeyi arşivinden çıkaran Cezmi Doğaner aradan geçen uzun zaman rağmen yaşanan benzerliklere dikkat çekti.
İşte o yazı..
"HÂKİMİYET,BİLA KAYD-I ŞART MİLLETİNDİR"
Demir ÖZLÜ ? Stockholm
Bugün Türkiye'de binlerce insan eylemlerinden dolayı değil, salt düşüncelerinden dolayı yargılanıyor. Kitaplar toplanıyor, suç kanıtı yapılıyor. Yazarlar, şairler, ressamlar cezaevlerinde. Bu uygulamaları yapan bir rejimin,bir gün gelip de düşünce özgürlüğünü tanıyacağını düşünmek, yalancılık değilse, sadece bir hayaldir. Düşünce özgürlüğünün ilga edildiği bir Salazar ya da Franco rejimidir amaçlanan.
Anayasa sorunu çevresinde yazdığım bu yazıya, Türkiye Cumhuriyeti'nin -hatta ondan önceki 1920 Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin varlığının temel ilkesini koydum başlık olarak. O dönemlerinin görkemini hatırlatmak için de, o zamanki dille yazdım bu ilkeyi: "Hâkimiyet, bilâ kayd-ı şart milletindir". Bu ilkeye dayanılarak kazanılmıştır ulusal kurtuluş savaşı,cumhuriyet rejimi de bu ilkeye dayanılarak kurulmuştur. Okuyucularımızın bildiği gibi, Büyük Millet Hükümeti'nin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin varoluşuna neden olan bu temel ilke, aynı zamanda 1921 ve 1924 Anayasalarında da yer alan ilkedir. Bu ilkedir, Meclisin duvarı boyunca yazılı duran. Sonradan yenileşen dile çevrilmiştir: "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir"..."Egemenlik ulusundur" gibi.
Niçin bu temel ilkeyi anıyoruz? Niçin böyle biraz eskiye gidiyor düşüncemiz? Bugün yapılmak istenen yeni Anayasada, bu temel ilkeden ve Türkiye Cumhuriyeti'nin varlık nedeninden, ruhundan nasıl uzaklaşılmak istendiğini göstermek için.
Halk egemenliğine dayanan Türkiye Cumhuriyeti, nasıl bir Latin Amerika askeri cumhuriyeti haline getirilmek istenmektedir.
Onu irdelemeye çalışacağız bu yazımızda.
***
Önce, konumuzun elverdiğince, tarihsel gelişime kısaca değinelim.
Osmanlı devlet yapısı, bu toplumda halkla devlet ilişkileri üzerine özellikle son yıllarda çok özgün araştırmalar yapıldı Türkiye'de. Asya üretim Biçiminin gelenek içinde yer aldığı toplumsal yapılar üzerinde de yeterince aydınlık getirici çalışmalar var. Bu tip toplumsal biçimlerde, egemenliğin oluşma ve sürme biçimindeki sertlik, nihayet 18.yüzyıl Fransız düşünürü Montesquieu' dan bu yana, siyaset biliminde kullanılan "Asya Despotizmi" terimleri de, sanırım, okuyucuların bilgileri dışında değildir. Konumuz, bu devlet-iktidar yapısının tarihsel-sosyolojik yapısını yeniden çözümlemeye çalışmak değil. Ona, hukuksal bir tanım bulabilmek. Bu tanımı da iktidarın niteliğini ortaya koyarak yapabilmek.
Osmanlı devlet yapısında egemenlik, ta en yukarda "hükümdar"da toplanmaktadır. Bu "hükümdar" da, egemenliği "miras yoluyla" ele geçirmektedir. Ama onun iktidarına (egemenliğine) dinsel bir görünüm de verilmektedir. Bir çeşit Tanrının bir vekili gibidir o. Bugün nasıl,sözde bir Atatürkçülük adına, niteliği anlaşılamaz bir Devlet fetişi adına,sözde cumhuriyet ilkeleri adına, onulmaz bir anti-komünizm adına cuntanın egemenliğine insanlar-üstü ve toplum-üstü bir nitelik kazandırılmaya çalışılıyorsa, o dönemde de, -özellikle egemenlik iyice merkezileştikten sonra- din yoluyla mistikleştirilmekteydi bu hükümranlık. Yavuz Sultan Selim'in Mısır'a giderek, hilâfeti alması, egemenliğin dinsel görünüm kazanmasının tören-sel, en önemli dönemeciydi. Bu yüzden "ulema" sınıfı (din bilginleri) sarayın egemenlik alanında yer alan, yakın müttefikleriydiler. Padişahın yetkilerini din, ahlâk ve töreler sınırlıyordu ama bunları da aşarak mutlak iktidarı kullanmanın ve her çeşit hukuksal sayılabilecek sınırların dışına çıkmanın olanakları vardı. Osmanlı egemenliği "mutlak monarşi"dir ve bugünkü anlamda demokratik ve hukuksal bir anlayışı barındırmaz içinde. Bu toplum içinde demokrasi, ancak, örf ve ahlâkın güçlü olarak demokratik nitelikler kazandığı ve padişah iradesinin ulaşmadığı topluluklar içinde bulunabilir. Buna, belki toplumsal yaşayışın kendiliğinden vardığı -ama hukuksal teminat altında olmayan komünotelerin kendi içyapılarıyla ilgili töresel bir demokrasi gözüyle bakabiliriz. Yoksa devletin ve toplumun temel yapısı, çağdaş anlamda demokrat değildir.
Osmanlı rejiminin bu mutlakçı niteliği, özellikle 19. yüzyıldan başlayarak değişime uğrayacaktır. Bu değişimin ana duraklarını, bir anayasa bilgisi olarak şöyle sıralayabiliriz:
1808'de Padişah Anadolu ve Rumeli ayanı ile bir sözleşme imzalamak zorunda kaldı: "Senedi İttifak". Bu sözleşmeye göre ayan, padişah iktidarı karşısında bazı özerklikler elde ediyordu. Bu sözleşmeyi Magna Carta' ya benzetenler de var; öte yandan, toplumsal açıdan Osmanlı mutlak iktidarının feodaliteye doğru bir çözülüşü olarak görenler de. Bu bakımdan, Osmanlı devlet yapısı, Batıdakinden farklı bir gelişme göstermektedir. Batıda feodalite mutlak hükümdarlıklara doğru evirildiği halde, Osmanlı yapısı mutlak hükümranlıktan feodaliteye dönüşmektedir. Bu da bu toplumsal yapının özgül niteliklerinden biridir. Osmanlı toplum yapısında, Asya Üretim Tarzının bazı izlerinin sürdüğünün bir tanıtı gibidir. Ama mutlaka "Senedi İttifak", mutlak egemenliğinin bir kırılışını deyimler.
Ardından 1839 Tanzimat Fermanı ve bir dizi Islahat Fermanları gelir. Ben, bu fermanların Batı zorlamasıyla ilân edilmiş olsalar da, en başta azınlık haklarını gözetseler de, bir çeşit insan hakları bildirileri olduklarına inanıyorum. Çünkü bunlardan önce hümanist bir hukuk yok Osmanlı devletinde. Mutlak Osmanlı hükümranlığının yazılı olmayan, ya da kutsal kitapta ve ulemanın fetvalarında yazılı olan anayasası şeriattır. Bunun da bir hukuk olduğu söylenemez. İçinde birçok halkı barındıran bir devlet, elbette azınlıkların hukukunu gözetecektir. Tanzimat Fermam ve Islahat Fermanlarını sadece emperyalist Batının zorlamaları olarak kabul eden görüş, ekonomide Müslüman olmayan azınlıkların ekonomik güçleri yerine, Müslüman Türk halkının ekonomik gücünü yerleştirmek isteyen görüştür. Nitekim bu görüş, en güçlü uygulamasını İttihat ve Terakki Fırkasının milliyetçi-kapitalist uygulamasında bulmuştur. İmparatorluğun ekonomik gelişme düzeyi farklı olsaydı ve buna bağlı olarak da,bu toplumsal yapı içinde demokratikleşme -sivil toplumun doğuşu- daha akılcı yollardan gerçekleştirilebilseydi, imparatorluk, Hıristiyan Müslüman halk topluluklarının liberal bir anlayışla bir arada yaşadıkları daha demokratik bir yapıya kavuşabilirdi. Bu yüzden, Tanzimat Fermanları insan haklan bildirileridir, diyorum. Yoksa bu fermanların, daha o zamanlarda "işkence"yi yasaklamalarındaki in-sansal özü başka biçimde açıklayanlayız.
Hilmi Ziya ÜLKEN, bu dönemdeki toplumsal tabakalaşmayı şöyle anlatır:
"Osmanlı imparatorluğu, 19. yüzyılın başında, bütün sınıfları ve zümreleri ile birlikte, bir sosyal piramit manzarası gösteriyordu. Bu piramidin zirvesinde padişah ve saray, onun altında savaşçılar sınıfı (ehl-i seyf), onun altında ve yanında ilim ve din adamları (zümre-i ulema), daha aşağıda zanaat korporasyonları ve gedikler (ehl-i hilef), en sonra, piramidin tabanında raiyye (re'aya) adıyla tanınan çoban ve çiftçiden ibaret halk tabakası bulunuyordu."
Osmanlı toplum yapısı, bir ara yüceltildiği gibi demokratik ya da insancıl bir toplumsal yapı değildir. Toplumsal-psikolojik açıdan, tam bir "kulluk" istemidir. Bu yapı içinde, bazı topluluklar ya da kültürel ortamlar sayılması gereken, bazı tarikatlar kendi iç-insansal yapılarını korumuşlarsa, bu Asya biçimi devlet yapısının özelliği gereğidir. O topluluklar, iktidarın işine karışmadıklarından, iktidar da onlara kadar uzanamadığından olabilmiştir bu küçük insancıl ortamlar. Osmanlı toplum yapısı, özellikle, bu yapıda devlet iktidarının biçimlenme tarzı, kitlenin, halkın karıştığı -katkıda bulunduğu- bir egemenlik yapısı değildir. Osmanlı, halk arasından, bu arada azınlıklardan, tek tek bazı çocukları almakta, kendi farklı üst-yapı kültürü içinde eritmekte ve devlet işlerinde (bürokraside) yükseltmektedir. Halk, halk olarak katılmamaktadır bu egemenliğin oluşmasına. Türkiye'de, ilk felsefe dergisini çıkaran, Meşrutiyet dönemi maddeci düşünürü Baha Tevfik, Osmanlı tarihini şöyle yargılıyordu: " Sözlerime inanmayanlar idamla, siyasi zulümlerle, kardeş ve ana baba katilleriyle, Yeniçeri kavgalarıyla dolu olan Tarihimizi gözden geçirsinler..."
Bütün bu Osmanlı 19.yüzyılında, her şeye karşın mutlak egemenlik, padişahın Tanrı'dan ve şeriattan gelen egemenliği adım adım kırılır. Senedi ittifak'tan başlayarak, Tanzimat Fermanı'yla, Islahat Fermanı'yla, nihayet Türkiye aydınlarının mücadelesiyle ilk anayasasına kavuşur toplum: 1876 Kanun-u Esasi'si. Namık Kemal, Mithat Paşa, Ziya Paşa, ileri düşünceli Müslüman din adamları ve Hıristiyan azınlıklardan gelen bilim ve din adamları ortaklaşa çalışarak kaleme alırlar onu.
Henüz egemenlik halka tam olarak yayılmamıştır. Seçimler iki derecelidir ve belirli bir sayıda halk oy kullanabilmektedir. Buna karşın Meclis açılır ve eleştiri özgürlüğü, şaşırtıcı ölçülerde kullanılmaya başlar. Bu yüzden Sultan Hamit, Meclisi kurnazca geçici olarak hile ile Mithat Paşa'yı Taife sürgüne gönderecek, sonra da Anayasa'nın müsebbibi saydığı bu Osmanlı liberal yenilikçisini orada boğduracak ve 33 yıl süren kızıl sultanlığını sürdürecektir. Bugün yaşanan dönem, birçok açıdan, o dönemin bir tekrarını ansıtıyor.
Bu dönemde sınıfsal bilinç uyanmasa da, sosyalist düşünceler henüz bilinmese de, 1789 Fransız Devrimi'nin getirdiği burjuva liberal özgürlükleri çerçevesinde kalınsa da, halk, egemenliğini istemektedir. Aydınlar: Yeni-Osmanlılar, Jön Türkler onların sözcüleridir sadece. Giderek, bilmeden,daha çok milli burjuva sınıfının doğması adına konuşuyor olsalar da.
Türkiye'de parlamento 1876'da kurulmuştu. Yukarıda değindiğimiz gibi,egemenliğin hükümdardan halka aktarılmasından sınırlı bir başarıydı 1876 Anayasası. Bakanlar, Meclise karşı değil, devlet başkanı durumundaki padişaha karşı sorumluydular. Fakat bu dahi, hükümetin Mecliste enine boyuna eleştirilmesini önleyemiyordu. Sultan II. Hâmid, zaten bu eleştirilerden korkarak, Meclisi geçici kapama görüntüsü altında, 33 yıl fiilen kapatmıştır. Sultanı korkutan eleştiriler, Kırım Savaşı ile ilgili eleştirilerdi. Anayasayı rafa kaldırıyordu ama büsbütün ortadan kaldırdığını ilân edemiyordu. O zamanki,bu olaylar dahi, daha başlangıçtan itibaren, Türkiye'de 'halk egemenliği' demek olan parlamentarizme duyulan coşkulu bağlılığı gösterir.
1908'de II. Meşrutiyet'in ilânından sonra, 1876 Kanun-u Esasi'si bulunduğu raftan indirilecek, yapılan çeşitli anayasa değişiklikleriyle, sistem, daha bir 'parlamenter' sistem haline getirilecektir. Hükümdarın yetkilerinin bir parlamenter monarşide olduğu gibi kısıldığı, hükümetin de Meclisi Mebusan' a (Büyük Millet Meclisi) sorumlu hale getirildiği bir sistemdi bu.
İttihat ve Terakki'nin milli iktisat' politikasının başarısızlığı,'milli burjuva' yaratma yolunda yapılan çabaların toplumda açtığı yaralar,nihayet dağılmakta olan imparatorluğu, Paşalar iktidarı döneminde Alman emperyalizminin kucağına atarak gösterdiği tarihsel yanılgı bilinen olaylardır. (Bugün de, başka bir paralelde Amerikan emperyalizminin daha bir kucağına atılışımız gibi). Fakat ele aldığımız konu bakımından, şu tarihsel gerçekleri vurgulayarak belirtmeliyiz: Türkiye halkı Balkan Savaşı ve 1.Dünya Savaşı felâketlerini yaşarken dahi başkent İstanbul'da bir Meclisi (parlamentosu) vardı. Halkın, burjuva anlamda da olsa, siyasi partileri vardı. Meclisinde hükümet politikaları kıyasıya eleştirilebiliyordu. 20.yüzyılın başında,tarihinin en acı felâketlerini yaşamış olan Türkiye, Meclis egemenliğinden ve parlamenter rejimden -bugünkü gibi-uzaklaşmış değildi. İçinde yaşadığımız durumun vahametini, bu tarihsel gerçekler, belki biraz daha iyi anlamamıza yardım eder.
Türkiye'de anayasacı hareketler hep, dönemleri içinde, ilerici olan hareketlerin ürünüdür. 1876, 1908 anayasa hareketlerinde görüldüğü gibi, aynı tarihsel gerçek, Hükümdarı bir yana bırakarak, "meclis üstünlüğü" ilkesini getiren -meşruti sisteme son veren- 20 Ocak 1921 tarihli "Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nda da, 1924 anayasasında da görülür. 1921 Anayasası, doğrudan ihtilalcı eğilimler taşır.
Nihayet halk, 9 Temmuz 1961'de Kurucu Meclisin en geniş bir tartışma özgürlüğü içinde gerçekleşen ve halkın oylarının % 65,5'ince kabul edilen çağdaş bir anayasaya da kavuşmuştu. İşte egemen çevrelerin bir türlü içlerine sindiremedikleri, uğrunda binlerce genci ve sayısız aydını kurban ettikleri Anayasa budur.
***
Bu tarihsel özetten sonra, konumuzu, güncel ve çağdaş açıdan kısaca irdelemeye çalışalım. Bir çağdaş anayasada ya da çağdaş bir demokraside 'millet egemenliği' ya da başka bir terimle 'halk egemenliği' nasıl gerçekleşecek? Bu sorunun yanıtlarını vermeye çalışalım ve yanıtlarımızın sonuna da, Türkiye'deki askeri rejimin, bu alanda, bugüne kadar yaptıklarının ve görülen eğilimlerinin neler olduğunu ekleyelim.
-Bizim siyasal geleneğimiz "halk egemenliği" ilkesidir.
Türkiye'deki insan 19.yüzyıldan bu yana -yukarıda görüldüğü gibi- bu ilkenin tam gerçekleşmesi için mücadele etti. Ve bu yolda önemli mesafeler aldı. "Milli Egemenlik" ya da "Halk Egemenliği", doğrudan doğruya halkın seçtiği "Meclis" eliyle kullanılır. Halk, egemenliğini kullanacak temsilcilerini seçer er ve onlar eliyle bu egemenliği kullanır. Temsilcilerini de hersüre denetler.
Halkın egemenliğini kullanabilmesi için, onun "irade"sini belirmesinin önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Halk, halkın içindeki çeşitli sınıflar, kendi istekleri ve amaçları doğrultusunda Önce siyasal partiler biçiminde Örgütlenebilmelidirler.
Millet egemenliğinin gerçekleşmesi, bizzat halkı teşkil eden her çeşit sınıfın siyasal Örgütlenmesini gerektirir. Açıkça bellidir ki burjuva partileri yanında ya da toplumdaki muhafazakâr görüşleri temsil eden siyasal partilerin yanında, işçi sınıfını ve halkın öteki katmanlarını da temsil eden partilerin örgütlenmesine,hiçbir engelle karşılaşmadan siyasal etkinlikte bulunmasına ve temsil ettiği sınıf ve tabakaların irade ve İsteklerini toplum içinde ve Mecliste dile getirmesine gereksinme vardır.
Başta işçi sınıfının ideolojisini de temsil eden siyasal partilerin -her çeşit düşünceyi, demokratik anlamda temsil eden siyasal partilerin- serbestçe örgütlenmesi ve siyasal etkinlik göstermeleri de yetmez. Toplumda, herkes, doğrudan doğruya siyasal partilere ilişkin siyasal etkinlikle uğraşmak istememektedir. Bu yüzden her çeşit 'dernek kurma' özgürlüğünün de var olması gerekir. Egemenlik,siyasal partiler dışında derneklerin ülkeyi ve halkı, nihayet meslek guruplarını ilgilendiren konularda görüşlerini açıklamalarıyla da kullanılacaktır. Dernek kurma özgürlüğünün özel bir biçimi de "işçi sendikalarının varlığı ve serbestçe etkinlik göstermeleridir. Bu örgütler, işçilerin ekonomik çıkarlarını savundukları gibi, toplumun demokratikleşmesi ve ilerlemesi yönündeki özlemlerini de savunurlar. Bu yolda mücadele ederler. Nihayet, Batı ülkelerinde olduğu gibi, kendi görüşleri doğrultusunda siyasal partilere de bağlanabilmelidirler.
Türkiye'de sendikaların siyasal partilere bağlanması yolu kapalı olduğu gibi,bu örgütlerin siyaset yapmaları da yasaktır.
Bugün, özgür sendikacıların tutuklanarak, en ağır ceza is-temleriyle yargılanmaları; bunun yanında çeşitli dernek yöneticilerinin de suçlanmaları;getirilmek istenen rejimin hukuksal niteliğini açıklıkla belli etmektedir.
-Millet egemenliğinin gerçekleşmesi sadece her türden siyasal partinin,demokrasi çerçevesinde, serbestçe etkinlik göstermesiyle ve başta işçi sınıfının hakiki sendikaları olmak üzere, her çeşit dernek kurma ve etkinlikte bulunma özgürlüğünün varlığıyla da tamamlanmaz. Düşünen her insanın, tek tek düşüncelerini, sözle, yazıyla, resimle veya herhangi bir surette açıklamasını da içerir. Düşünce özgürlüğü siyasal partilere, sendikalara, derneklere tanındığı gibi, tek tek insanlara da en çağdaş anlamda tanınmalıdır.
Bizim geçmişteki demokrasimiz, düşünce suçu denilen çağdışı engelleri içinde barındıran bir yarım demokrasiydi. Demokrasi adına siyaset alanına çıkanların,sırasında, düşünce suçu denilen kategorileri, cesurca ortadan kaldırmak yolundaki kararsızlıklarını, giderek korkaklıklarını burada belirtmeliyim. Düşünce suçlarını içinde barındıran, anayasa maddeleri olan bir demokrasinin, dönüp dolaşıp geleceği yer askeri müdahale ve askeri veya sivil diktadan başka bir yer değildir çünkü. Sola, yani ilerlemeye açılamayan, ilerici yönde siyasal alternatifler hazırlama yolu tıkanmış bir "demokrasi" elbette sağa,hep sağa doğru gidecek ve askeri diktaya varacaktır.
Bugün Türkiye'de binlerce insan eylemlerinden dolayı değil, salt düşüncelerinden dolayı yargılanıyor. Kitaplar toplanıyor, suç kanıtı yapılıyor. Yazarlar, şairler, ressamlar cezaevlerinde. Bu uygulamaları yapan bir rejimin, bir gün gelip de düşünce özgürlüğünü tanıyacağını düşünmek,yalancılık değilse, sadece bir hayaldir. Düşünce özgürlüğünün ilga edildiği bir Salazar ya da Franco rejimidir amaçlanan.
-Millet egemenliğini gerçekleştirmiş demokratik düzen "sivil toplum" demektir. Batıda demokrasi, kendi anlayışı içinde, yüzyıllardır gerçekleşen sivil toplumun varlığına da bağlıdır. Bu da en başta, yerel kurumlara belediyelere tanınan geniş özerklikten geçer. Giderek, ekonomik alanda, derece derece gerçekleşen merkeziyetçilikten uzaklaşmaya, köylü ekonomik kurumlarına,nihayet işçilerin fabrikaların yönetimine katılmalarına kadar uzanır. Türkiye'de bir demokrasinin gerçekleşmesinin en somut, en maddi koşulu bu yöndeki gelişmelerdir.
Askeri rejimin, dar bir özerklikleri bulunan belediyelerin, seçimle gelmiş başkanlarını da görevden alarak, yerine emekli subaylar ataması, "sivil toplum" konusundaki görüşlerini açıklıkla belli etmeye herhalde yeterlidir.
-Millet egemenliğini gerçekleştirecek anayasalar, gene milletçe seçilmiş temsilcilerce yapılırlar. Her eğilimden temsilcinin varlığıyla. Bugüne kadar sesini yükseltmesine olanak verilememiş sol kesimlerin de varlığıyla. Danışma Meclisi gibi bulunmuş ve tayin edilmiş kişilerce değil.
-Nihayet, millet egemenliğinin gerçekleşmesi güçler ayrılığıyla, güçler arasında birbirini dengeleyen bir düzenin varlığıyla, yargının bağımsızlığıyla, bazı kontrol organlarının etkinliğiyle olabilir. Bu kontrol organlarının, elden geldiğince halkça seçilmesi de gerekir.
Tayinle gelmiş sıkıyönetim yargıçlarını, bu mahkemelerde komutanlarının sicil notu verdiği askeri yargıçları "bağımsız hâkimler, bağımsız mahkemeler" gibi gösteren, yargı bağımsızlığını zedeleyen, tabii yargıç ilkesini ortadan kaldıran bugünkü hükümet ve onun rejimi elbette demokrasiye saygılı değildir.
***
Millet egemenliğini, başta her çeşit siyasal görüşün temsil edildiği, solun -yani halkın isterlerinin- önündeki engellerin kaldırdığı bir Meclisle gerçekleştirir. Millet egemenliğini aşağıdan yukarıya örgütlediği, seçtiği,katıldığı bir dizi demokratik organla gerçekleştirir. Öyle ki, bir demokraside,aşağıdan yukarıya olmuş bu yönetim piramidinde, aşağının yukarıyla, yukarının da aşağıyla, her zaman ilişkisi vardır. Yaratıcı bir ilişkidir bu. Bugünkü askeri rejimse, fatal bir Devlet fetişizmi yaratarak, halk iradesinin ve millet egemenliğinin üzerinde organlar oluşturmak istemekte. Böylece, halktan kopuk bir devlet modeli ortaya çıkaracak. Devlet ayrı, halk ayrı ona göre. Bu devlet modeli de, saklı bir askeri yönetimden başka bir şey olmayacak.
Anayasa konuşunda halka karşı ve toplumsal muhalefete karşı düzenlenecek asıl şantaj ise, Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile Olağanüstü Hal Yasasına olanak verecek anayasa maddesinin formüle edilmesinde yatmaktadır.
Biliyorsunuz, 1876 Kanunu Esasisinde, padişaha verilmiş bir taviz vardı: 131. madde. Mithat Paşa, Kanunu Esasi'nin bir an önce çıkmasında acele ediyordu. Ona göre, devletin bekası ve halkın özgürlüğü buna bağlıydı. Kurnaz padişahın,hükümdarın kuşkulu gördüğü kişileri sürmek hakkını saklı tutan 131. maddeyi bu yüzden kabul zorunda kaldı. Söylenmişti Mithat Paşa'ya, bu maddenin ilk kurbanının kendisi olacağı. Nitekim kısa bir süre sonra, trajik kaderine yol almak üzere Mithat Paşa, Taife sürülmek için, bir gemiye bindirildi. Kuşkulu ve korkak Sultan Hamit, halkın tepkisinden çekindiği için, gemiyi iki gün Sarayburnu açıklarında bekletti. Halk tepki gösterseydi, Mithat Paşa'yı hemen indirecekti gemiden. Olay yeterince duyulmadı, halk da tepki göstermedi. Mithat Paşa Taif zindanlarında boğduruldu, anayasa da 33 yıl için rafa kaldırıldı.
Her şey Sarayburnu açıklarında bekleyen gemide ve halkın sesini yükseltip,yükseltememesinde düğümlenmektedir gene?
DEMİR ÖZLÜ KİMDİR?
Demir Özlü (d. 9 Eylül 1935; Vefa, Fatih), öykü ve roman yazarı. Tezer Özlü'nün ağabeyidir.
Ödemiş İstiklâl İlkokulu, Ödemiş Ortaokulu, İstanbul Kabataş Erkek Lisesi'nde (1953) okudu. İlk şiiri Kabataş Lisesi öğrencilerinin çıkardığı Dönüm Dergisi ve daha sonra Türk Dili dergisinde yayınlandı. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1961-1962 arası Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde felsefe okuduktan sonra Türkiye'ye dönerek İstanbul Üniversitesi Hukuk Felsefesi ve Metodoloji Kürsüsü'nde 4 yıl asistanlık yaptı. Siyasal eylemleri nedeniyle işine son verilince avukatlık yapmaya başladı. 1969'da "Sakıncalı" olarak askere gitti ve yedeksubaylık hakkı elinden alınarak Muş'ta çavuş olarak askerlik görevini tamamladı. 1971'deki askeri müdahaleden sonra bir süre tutuklu kaldı. 1979'da Stokholm'e yerleşti. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra vatandaşlıktan çıkarıldı. Türkiye'ye 1989'da dönebildi. Bu tarihten beri Stokholm ve İstanbul'da yaşıyor. İlk şiiri Kabataş Lisesi öğrencilerinin çıkardığı Dönüm, daha sonra Türk Dili dergisinde yayınlandı. Öykü, deneme,eleştiri ve çevirileri Mavi, A, Pazar Postası, Yeni Ufuklar, Soyut, Somut, Yeni Edebiyat, Gösteri ve Adam Öykü dergilerinde yayınlandı. 1980'den sonra roman,anlatı, anı ve gezi kitaplarına ağırlık verdi.